848) Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilatı-2

Yayin Tarihi 5 Mart, 2015 
Kategori TÜRK DÜNYASI

Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilatı

 image001

B. Hakimiyet Anlayışı

1. Hakimiyetin İlahi Temelleri

Türklerde hakimiyetin kaynağı ilahi idi. Tanrı, hakimiyeti doğrudan doğruya değil, bir vasıta ile kullanmaktaydı. Bu vasıta da Türk Kağanı idi. Bu duruma göre, Türk Kağanına devlet idare etme güç ve yetkisi, Tanrı tarafından bağış olarak verilmekteydi. Aynı şekilde, Türk Kağanı da kendisini Tanrı tarafından seçilmiş ve bazı olağanüstü güç ve yeteneklerle donatılmış bir kimse olarak görmekte ve kabul etmekteydi. Aynı inanışı halk da paylaşmaktaydı.

Tanrı bağışı olan bu güç ve yetenekler Göktürk yazıtlarında şu kavramlarla ifade edilmiştir:

a. “Kut” (siyasî iktidar),
b. “Ülüg veya ülüş” (kısmet,nasip, pay),
c. “Küç” (güç).21

a. Kut (Siyasî İktidar)

Tanrı, “kut” bağışı ile Türk Kağanını “hükmetme ve hükümdarlık güç ve yetkisi”, yani “siyasî iktidar” sahibi kılıyordu. Türk Kağanı da Tanrıdan aldığı siyasî iktidarla, Orta Asya’da “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar bütün milletleri kendisine tâbi kılıyor ve hepsini düzene sokuyordu”.22 Bugünkü ifadelerle söylemek gerekirse, “kut” sahibi olan Türk Kağanı Orta Asya’da Türkçe konuşan ve Türk soyundan olan bütün toplulukları bir bayrak altında, yani bir devlet çatısı altında topluyordu.23

b. Ülüg veya Ülüş

“Ülüg ve ülüş” kelimeleri Türkçe “ülemek (dağıtmak, üleştirmek) veya “üleşmek” fiillerinden çıkmış birer isimdir. “Pay, hisse, nasip, kısmet” demektir. Tanrı, “ülüg veya ülüş” bağışı ile Türk ülkesinde bolluk ve bereketi artırıyordu. Dolayısıyla Türk Kağanı’na “iktisadî bir güç” kazandırıyordu. Türk Kağanı da bu gücü halkın lehinde kullanıyordu. Yani, elde ettiği maddî varlığı âdil bir şekilde halka dağıtıyordu. Bu duruma göre, Tanrı Türk Kağanı’na, âdeta “babalık” görevi yüklemiş bulunuyordu.24 Böylece Türk Kağanı da, Göktürk yazıtlarının ifadesiyle “aç milleti doyuruyor, çıplak milleti giydiriyor, fakir milleti zengin yapıyor, az milleti çok kılıyordu”.25 Bugünkü ifade ile söylememiz gerekirse, Türk Kağanı âdeta “refah devleti” yaratıyordu.

c. Küç (Güç)

Tanrı Türk Kağanı’na verdiği “küç” ile de, onun savaş yeteneğini artırıyordu. Göktürk yazıtlarının ifadesiyle Türk Kağanı’nın “askerlerini kurt, düşmanın askerlerini koyun gibi yaparak,26 kendisine zaferler kazandırıyordu. Bu inancın tabiî sonucu olarak, Türk Kağanları savaşlarda elde ettikleri başarıyı hep Tanrının kendilerine verdiği “küç” bağışına bağlıyorlardı.27 Bundan dolayı onlar, zaferden hemen sonra kurban sunmak suretiyle Tanrı’ya karşı minnettarlıklarını gösteriyorlardı.

Temeli “Tanrı bağışı”na dayanan bu iktidar tipine sosyolojide “karizmatik iktidar” denmektedir. Bu duruma göre, eski Türk devletlerindeki iktidar tipi de “karizmatik” bir özellik göstermektedir. Bu iktidar anlayışının icabı olarak, Türk Kağanı Tanrı tarafından bazı olağanüstü güç ve yeteneklerle donatılmış olmasına rağmen, o hiçbir zaman olağanüstü varlık, yani bazı eski medeniyetlerde olduğu gibi “tanrı-kral” sayılmamıştır. Onun diğer insanlardan farkı, sadece ilâhî bağışa nail olmaktan ibaret idi. İktidarını Tanrıdan aldığına inanan Türk Kağanı da, kendisini daima bu iktidarın kaynağına karşı sorumlu sayıyordu. Ayrıca, Türk Kağanı’nın sorumlu olduğu ikinci bir yer daha vardı ki, o da yazılı olmayan kanun durumundaki “Türk töresi” idi. Esâsen o, bütün icraat ve faaliyetlerini Türk töresine uygun bir şekilde yürütmek zorundaydı. Bu da gösteriyor ki, Türk Kağanı’nın iktidarı sadece “ilâhî” değil, aynı zamanda “kanunî bir temele” de dayanıyordu.

Öte yandan, Türk hâkimiyet anlayışına göre, Tanrı sadece siyasî iktidarı veren değil, aynı zamanda verdiği iktidarı geri alan bir kudrete sahiptir. Tanrının bu gücü, Türk hükümdarlarının üzerinde daima siyasî bir baskı aracı olmuştur. Bundan dolayı, Türk hükümdarları Tanrı’nın verdiği siyasî iktidarı ellerinde tutabilmek için idarede devamlı başarılı olmak zorunda idiler. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türk hükümdarları ancak hükümdarlığa lâyık oldukları müddetçe işbaşında kalabilmekteydiler. Aksi takdirde Tanrının verdiği siyasî iktidar (kut), yine Tanrı tarafından geri alınmaktaydı. Meselâ, büyük Göktürk Kağanı Kapgan’nın yerini alan oğlu İnel, hükümdarlık görev ve sorumluluklarını yerine getirememiş, yani idarede yetersiz ve başarısız kalmıştır. Bilge ve Köl-tigin kardeşler, “kut taplamadı”, yani “kut ondan memnun olmadı” düşüncesiyle İnel Kağanı işbaşından uzaklaştırarak, idareyi el koymuşlardır28(716).

2. Hâkimiyetin İntikali

Eski Türk devletlerinde, taç baş değiştirirken, ilâhî bağış olan “kut” (siyasî iktidar), hanedan üyeleri arasında birinden diğerine kan yoluyla geçmekteydi.29 Fakat Tanrı, hanedan üyeleri arasında seçimini ve tercihini sadece biri lehinde kullanmaktaydı. Bu seçim ve tercih de, genellikle hükümdarlığa en çok lâyık ve yetenekli bir hanedan üyesi üzerinde olmaktaydı. Tanrının iradesinin hangi hanedan üyesi üzerinde olduğu da, ancak taht için yapılan bir mücadele sonucunda ortaya çıkmaktaydı. Bu yüzden eski Türk devletlerinde taht veraset hukuku son devirler istisna edilirse, hiçbir zaman belirli kurallara bağlanamamıştır. Bunun tabiî sonucu olarak da, hanedan üyeleri arasında taht kavgaları daima kaçınılmaz ve âdeta meşru bir vak’a olarak sık sık tekrarlanmaktaydı. Hatta hükümdarın daha sağlığında şehzadelerden birini kendisine veliaht tayin etmesi bile, diğer şehzadeleri durduramamaktaydı. Çünkü, veliahtın dışında hemen hemen her şehzade hakkının gasp edildiği duygusuna kapılarak, harekete geçmekteydi. Hem taht davacılarının hem de onlara destek veren kütlelerin yatışması ise, ancak bir taht kavgası sonucunda da olsa işbaşına dirayetli ve yetenekli bir hanedan üyesinin gelmesiyle mümkün olabilmekteydi. Fakat yine de, diğer hanedan üyeleri, siyasî ihtiraslarına gem vuramıyorlar; şartların kendileri için uygun olduğu zamanlarda, taht için harekete geçmekten hiçbir şekilde geri durmuyorlardı. Bazen bu hanedan üyeleri, hem içerden hem dışardan destek buluyor; teşvik ve tahrik ediliyordu. Böyle durumlarda mücadele gittikçe derinleşerek, yıllarca süren bir iç savaş halini alıyordu.30 Sonunda devlet, zayıflayarak, parçalanma ve çökme durumuna geliyordu. Daha da kötüsü, komşu devletler bu durumu kendi lehlerine değerlendiriyorlar ve son darbeyi vurmak suretiyle çöküşü tamamlıyorlardı.

C. Devlet Başkanı

1. Hâkimiyet ve Hükümdarlık Sembolleri

Eski Türk devletinin başında, tanınmış bir aileye veya boya mensup bir hükümdar bulunuyordu.31 Her hükümdar belirli hükümdarlık ve hâkimiyet sembolleri almakta ve kullanmaktaydı. Böylece hükümdar hem içerde hem de dışarda bu semboller vasıtasıyla tanınmaktaydı. Bunlar “unvan” (tanhu veya şan-yü, kağan, han, hakan, yabgu, il-teber), “otağ” (kurvı çuvaç=hükümdar çadırı), “taht” (örgin, ornag, orunluk), “tuğ”, “bayrak”,32 “davul” (köbürge, kövrüg), “kotuz”, (sorguç) “kemer” (kur), “kılıç”, “yay”, “kama”, “kamçı” (berge) gibi unsurlardı. Özellikle, hükümdarın oturduğu yer, yani devletin merkezi olan “ordu” da (=çadır kent) hükümdarlık ve hâkimiyet sembolü idi.33 Ayrıca, hükümdarın çeşitli vesilelerle verdiği halka açık “toy”lar da hükümdarlık sembolü sayılmaktaydı. Bu toylar, Türk devlet başkanının iktidarını ve maddî gücünü sergilediği ve gösterdiği bir yer olmaktaydı. Daha doğrusu, Türk hükümdarı bu toylar vasıtasıyla kendisine destek veren beyler ve halk için ne kadar büyük fedakârlıklar yapabileceğini göstermekteydi. Bundan dolayı bu toylara herkesin, özellikle beylerin mutlaka katılması lâzım geliyordu. Çünkü, toya icabet, doğrudan doğruya iktidarın tanınması ve itaat anlamına geliyordu. Aksi durum ise, itaatsizlik ve isyan demekti. Hükümdar tarafından cezalandırılması gerekiyordu.

2. Devlet Başkanının Özellikleri

Eski Türk hükümdarı, hem bütün devlet teşkilâtının başı hem de toplumun lideri durumundaydı. O, sadece içinde yaşadığı zamandan değil, aynı zamanda devletin ve toplumun geleceğinden de sorumluydu. Dolayısıyla onun görevi son derece ağırdı. Bu ağır görevi de, ancak iyi yetişmiş yetenekli, bilgili ve tecrübeli olan kimseler başarabilirdi. Bundan dolayı, Türk hükümdarının bazı yüksek vasıflara sahip olması gerekiyordu.34 Bunların başında cesur, kahraman, bilge ve erdemli olmak gibi önemli özellikler geliyordu.

A. Cesur ve Kahraman Olmak

Her kültür, kendisini yaşatacak ve devam ettirecek insan tipini yetiştirmeye çalışır. Atlı-göçebe kültürün ideal insan tipi cesur (yürelig) ve kahraman (alp) insandır. Zira, atlı-göçebe bir hayat yaşayan eski Türk toplumu, tehlikeler ve güçlüklerle dolu tabiî çevre içinde yaşıyordu. Üstelik bu hayat tarzında savaşlar ve akınlar, hayatta kalabilmek ve hayatı devam ettirebilmek için âdeta zorunlu, hatta kaçınılmaz bir faaliyetti. Hal böyle olunca, hem toplum hayatında hem de devlet hayatında cesur ve kahraman insanlara son derece ihtiyaç duyulmaktaydı. Çünkü, tehlikeler ve güçlükler, ancak onların cesareti ve kahramanlığı sayesinde alt edilebilmekteydi. Akınların ve savaşların zafere ulaşması da, ancak onların cesareti ve kahramanlığı sayesinde mümkün olabilmekteydi. Kısaca söylemek gerekirse toplumun ve devletin kaderi, büyük ölçüde kahramanların başarılarına bağlıydı.

Eski Türklerde belli bir kahraman tipi vardı. Onun en başta gelen özelliği cesur ve atak olmasıydı. Düşmana üstün gelmek ve hâkim olmak kahramanın en büyük ihtirasıydı. O, cesaret ve kuvvetiyle ya “yavuz düşmanı” geri döndürür, yada ona boyun eğdirirdi.35

Kahramanlar için kendi hayatlarının fazla bir değeri ve önemi yoktu. Toplumun yararına hayatlarını hiç düşünmeden fedâ etmek, onlar için en büyük erdem idi. Türk toplumunda hiçbir menfaat kaygısı gütmeksizin kendi hayatlarını tehlikeye atan, hatta fedâ eden insanlara büyük değer verilmekte ve onlara karşı büyük sevgi ve hayranlık duyulmaktaydı. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türklerde “kahramanlık kültü” (kutsal kabul edilen varlıklara saygı duyma) vardı.

Kahramanların ölümü bütün milleti derin bir yasa boğmaktaydı. Bilhassa vatana, millete ve devlete hizmet yolunda can veren kahramanların arkasından günlerce yas tutularak, gözyaşı dökülmekteydi. Mezarlarının başına da bir yazıt (bengü taş/kaya=ebedî taş) dikilerek, hatıraları ebedileştirilmekteydi. Çünkü onlar, milletin övünç kaynağı idiler. Her Türk ferdi kendi soyunun kahramanları ile gurur duymaktaydı. Öyle ki, onların hayat ve faaliyetleri üzerinde daha sağlıklarından itibaren şiirler ve destanlar düzülmekteydi. Bu destanlar da “bahşılar” ve “ozanlar” tarafından düğünlerde, bayramlarda ve yas törenlerinde kopuz eşliğinde son derece içli ve duygulu nağmelerle söylenmekteydi. Böylece, bir taraftan kahramanlar onurlandırılmakta, diğer taraftan da toplumda yeni kahramanların çıkması teşvik edilmiş olmaktaydı. Çünkü, her Türk genci kendi idealinin örneğini onların hayatlarında görmekteydi.

Türkler, sosyal hayatta babadan oğula geçen, yani irsî bir liyakat tanımazlardı. Her genç toplumdaki yerini ve hatta adını kendisi kazanmak zorundaydı. Meselâ Oğuzlar, bir kahramanlık göstermeden çocuklarına ad bile vermezlerdi; yani onu sosyal bir varlık olarak kabul etmezlerdi.36 Bundan dolayı, Türk toplumunda her aile, daima kendi ideallerine, özlemlerine ve değerlerine uygun kahraman evlâtlar yetiştirmeye gayret etmekteydi.

Devletin başı ve toplumun lideri olan Türk Kağanı’ndan istenilen en önemli özellik, onun cesur ve kahraman olmasıydı.37 Zira Türk Kağanı, Türk topluluklarını bir devlet çatısı altında toplamak, isyan eden toplulukları itaat altına almak, düzeni sağlamak, akın ve savaşlarda zafere ulaşmak ve istiklâli korumak gibi devlet ve toplum hayatında son derece önemli ve büyük işleri başarmak zorundaydı. Bütün bu işler de büyük cesaret ve kahramanlık istiyordu. Gerçekten de Türk kağanı, devletin merkezinde oturan ve sadece emirler veren bir kimse değildi. O, her türlü mücadelede en ön safta bulunuyor ve verdiği emri de ilk önce bizzat kendisi icra ediyordu. Çünkü, Türk hükümdarı giriştiği her mücadelede başarının her şeyden ilk önce kendi cesaretine bağlı olduğunu çok iyi biliyordu. Öte yandan, o kendisinin göstereceği cesaret ve kahramanlıkla, şüphesiz arkasından gelenleri de etkileyerek, onları teşvîk edeceğinin ve cesaretlendireceğinin de bilincindeydi.

B. Bilge Olmak

Türk kağanında olması lâzım gelen ikinci özellik ise, onun “bilge” olmasıdır.38 Bilge, yüksek kavrayış, derin düşünce ve büyük sezgi gücünü ifade eden bir kavramdır. Türklerde bu özelliklere sahip olan kimseye de bazen “bilge kişi” veya sadece “bilge”, bazen de “bögü” (büyü) denmekteydi. Bu kavramların bugünkü Türkçede kullanılan Arapça karşılığı ise, “filozof” (feylesuf) ve “hakîm” kelimeleridir. Burada hemen belirtelim ki, “bilge Türk kağanı”, felsefî düşüncelerle uğraşan bir “filozof” veya “hakîm” değildi. Onun düşünce ve tasavvurları sadece devletin ve toplumun geleceği ile ilgiliydi. Çünkü o, kendini daima Türk devletinin ve milletinin geleceğinden sorumlu saymaktaydı.

Göktürk Hükümdarı Bilge Kağan, Göktürk yazıtlarındaki ölmez fikirleriyle karşımıza zamanını aşmış “bilge bir lider” olarak çıkmaktadır. O, Türk milleti için yakın ve uzak tehlikeleri yüksek kavrayış ve sezgi gücü ile birer birer tespit eder ve gösterir. Bunlar Türk töresinden, Türk yurdundan, Türk devletinden, Türk kağanından ve Türk kültüründen ayrılmak gibi toplumun dağılmasına ve yok olmasına sebep olacak büyük tehlikelerdir. Bilge Kağan’a göre, sebep ne olursa olsun, sonu felâketle sonuçlanacak bu büyük tehlikelerden daima kaçınmak gerekir. O, Göktürk yazıtlarında, özellikle başında bulunduğu topluma ve gelecek nesillere bu büyük tehlikeler hakkında bilgi verir ve uyarılarda bulunur. Bu uyarılar, onu ileri görüşlü, bilge bir devlet adamı olarak vasıflandırmak için kâfidir.

Göktürklerde sadece Bilge Kağan değil, devlet danışmanı (Aygucı) olan Ton Yukuk da bilge bir kişi idi. Gerçekten de o, son derece dikkatli bir gözlemci ve iyi bir düşünürdü. Akıllı, bilgili ve tecrübeli bir devlet adamı olarak asla hayallere kapılmıyordu. Bıkmak ve yılmak nedir bilmezdi. Umutsuzluktan umut çıkarmakta son derece yetenekliydi. Ona göre, devlet için en büyük tehlike yakın tehlike idi. Bunda dolayı önce yakın tehlikeler hedef alınmalı ve bu tehlikeler bertaraf edilmeliydi.

Ton Yukuk’un düşüncelerinin çoğu tecrübî bilgilere dayanmaktaydı. O, problemlerin büyümeden, dal budak salmadan daha kolay çözülebileceğine inanıyordu. Bundan dolayı Ton Yukuk, “Yufka olanın delinmesi kolay imiş, ince olanı kırmak kolay. Yufka kalın olsa delinmesi zor imiş. İnce yoğun olsa kırmak zor imiş” şeklindeki bir atasözünü kendi düşüncesinin ve faaliyetlerinin temel ilkesi yapmıştır.

C. Erdemli Olmak

Türk kağanının üçüncü önemli özelliği de, onun “erdemli” olmasıdır. “Erdem” (ertem),39 Türklük kadar eski kavramdır. Bu kavram yüksek ahlakî değerlerin ve üstün meziyetlerin toplamını ifade eder. Bu bakımdan erdem kavramı “cesaret, alplik ve bilge” gibi özellikleri de içine alır. Bunlardan cesaret ve kahramanlık, erdemin ilk ve en belirgin özelliğidir. Erdem kavramı sadece bu özellikleri değil, toplumu birlik ve dayanışma içinde tutan fedakarlık, bağlılık, dostluk, minnettarlık, vefa, samimiyet, mertlik, dürüstlük, cömertlik ve konukseverlik gibi meziyetleri de içine almaktaydı. Burada hemen belirtelim ki, diğer topluluklarda nadiren görülen bu yüksek insanî meziyetler, çok erken çağlarda Türk insanının şahsında doğmuş ve gelişmiştir. Daha doğrusu, bu meziyetler Türk insanın en belirgin karakter özellikleri olmuştur. Daha da önemlisi bu yüksek karakter özellikleri, Türkün manevî gücünü son derece artırmış ve ona tartışma götürmez bir üstünlük sağlamıştır. Yenisey bölgesindeki Altın göl yazıtında yer alan “Erdemli millet güçlü olur”40 sözü ile âdeta Türk milletinin bu niteliği belirtilmiştir. Zira, manevî gücü meydana getiren sayı çokluğu değil, üstün niteliklerdir.

Eski Türk toplumu için erdem, ailesine, aşiretine bağlılık ve kahramanlık demekti. Bundan dolayı eski Türk toplumunda düşman ile savaşmak ve onu yenmek, en büyük erdem sayılırdı. Bir insanın kahramanlığı, onun savaşta öldürdüğü düşman sayısı ile ölçülür ve takdir edilirdi. Öldüğü zaman da mezarına, sağlığında öldürdüğü düşman sayısı kadar “balbal” dikilirdi.

3. Devlet Başkanının Görev ve Sorumlulukları

Türk hükümdarı bütün devlet teşkilâtının başı ve toplumun lideri olarak, en büyük güç ve yetkileri kendi şahsında topluyordu. Her emri, kanun hükmünde ve değerindeydi. Devletin her kademesindeki görevliler ve bütünüyle halk, bu emirlere uymak zorundaydı. Öte yandan Türk hükümdarı, en büyük yargıç durumundaydı. O, bu sıfatıyla yüksek mahkemeye başkanlık ederdi.41 Şahsına ve devlete karşı suç işleyenler için tutuklama kararı alabilir; bizzat yargılamasını yapabilir; ölüm dahil çeşitli cezalar verebilirdi.

Türk kağanı, devletin başı olarak iç ve dış siyaseti düzenler; savaş ve barışa karar verir; savaş ve akınlarda ordulara komuta eder; elçiler gönderir, elçiler kabul eder; devlet teşkilâtının her kademesindeki görevlileri tayin eder veya görevlerinden alırdı.

Türk kağanlarının en önemli görevlerinden biri de, Türkçe konuşan ve Türk soyundan olan bütün toplulukları bir devlet çatısı altında toplamak idi. Bu, ancak kuvvet, yani silâh gücü ile yapılabilmekteydi. Bunun için Türk kağanları, ordular sevk ederek savaşmak, devletleri ortadan kaldırmak, toplulukları itaat altına almak, birlik ve bütünlüğü sağlamak durumundaydılar. Bu durum Göktürk Yazıtlarında “İlliyi (devletli olanı) ilsizleştirdik, kağanlıyı kağansızlaştırdık. dizliye diz çöktürdük, başlıya baş eğdirdik (itaat altına aldık) “42 şeklinde ifade ediliyordu.

Türk kağanları, sadece Türk topluluklarını değil, yabancı soydan kavimleri de bir devlet çatısı altına toplamayı kendilerine gaye edinmişlerdir. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, onlar daima dünya hâkimiyeti dâvâsı gütmüşlerdir. Çünkü Türk kağanları, dünya hâkimiyetinin Tanrı tarafından bir görev olarak kendilerine verildiğine inanıyorlardı. Bilge Kağan, bu hususta Göktürk yazıtlarında âdeta dünya hâkimiyetini gerçekleştirmiş bir hükümdar gibi şöyle konuşmaktadır: “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tâbidir. Bunca milleti hep düzene soktum”.43 Bu sözler, hiç şüphesiz ulaşılmış olan hedefi değil, ulaşılmak istenilen bir hedefi göstermektedir.

Türk devleti, idarede yetersiz kalan kağanların zamanında zaafa düşüyor; devlet ve toplum düzeni sarsılıyor; töre44 bozuluyordu. Böyle durumlarda töreyi yeniden düzenlemek ve korumak, Türk kağanına düşüyordu. Öte yandan kanun (töre) hâkimiyetini ve düzeni sağlamak da, Türk kağanının görevleri arasındaydı. Esâsen, Türk devletlerinde kanunsuz ve hükümdarın şahsî iradesine bağlı bir idare şekli mevcut olmamıştır.45 Özellikle, her hükümdar doğru kanunlar koymak ve onu adâletle uygulamak durumundaydı. Zira, Türklerde adâleti, devletin temeli sayan bir hukuk anlayışı hâkimdi. Bu anlayış ünlü siyaset kitabı “Kutadgu Bilig”de, “Beyliğin temeli adalettir” şeklinde bir ifade ile ortaya konmuştur.46 “Âdil ve doğru kanun”a “köni törü” deniyordu. Kutadgu Bilig’de “köni törü”yü de Hükümdar Kün-toldı temsil etmiştir.47 Görüldüğü gibi, Türk hükümdarı burada güneşe benzetilmiştir. 

Çünkü güneş, ışığını ve ısısını bütün canlılara eşit olarak ulaştırmaktadır.48

Türk kağanının görevlerinden biri de iktisadî alanda idi. Çünkü, Türklerde “halk devlet için değil, devlet halk için” vardı. Bu anlayışın tabiî sonucu olarak, Türk kağanları, halkı iktisadî bakımdan bütünüyle refaha ulaştırmayı ve refah içinde yaşatmayı, kendilerine başlıca gaye edinmişlerdir. Bilge Kağan, bu gayeyi nasıl gerçekleştirdiğini Göktürk yazıtlarında şöyle anlatır: “Tanrı buyurduğu için, kendim devletli (kut) olduğum için, kağan oturdum. Kağan oturup, aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim, fakir milleti zengin, az milleti çok kıldım”.49 Fakat Bilge Kağan’ın bu gayeyi gerçekleştirmesi pek kolay olmamıştır. Onun, kardeşi Köl-tigin ile birlikte, “gündüz oturmadan, gece uyumadan ölesiye bitesiye çalışması” gerekmiştir.50 Aynı anlayış başka Türk beylerinde de vardı. Meselâ, bir Göktürk beyi de (Aşina She-erh), maddî refahı artırmak için halktan 10 yıl hiç vergi almamıştır. Bu yüzden kendisi yoksul duruma düşmüştür. Bazı beyler, onun bu durumunu alay konusu yapmak istemişlerdir. Fakat o, “Ben ancak halkım zengin olunca huzur duyarım” sözü ile bu beyleri utandırmıştır.51

Türk kağanının iktisadî refah yaratmak için bazı tedbirler alması gerekiyordu. Bu tedbirlerin başında iç barışı ve düzeni sağlamak geliyordu. Çünkü, bazen kağanların idarede yetersiz kalmaları, bazen de taht için yapılan kavgalar yüzünden devlet otoritesi zayıflıyor, iç barış ve düzen bozuluyordu. Türk boyları arka arkaya devlete karşı isyan ediyor veya devletten ayrılıyordu. Karışıklık ve iç mücadele de, ekonomik faaliyetlerin büyük ölçüde sekteye uğramasına yol açıyordu. Bu durum ancak tahta güçlü ve yetenekli bir kağanın geçmesiyle düzeltilebilmekteydi. Böyle bir durumda Türk kağanının ilk işi, isyan eden Türk topluluklarını tekrar itaat altına almak, dağılmış olan Türk topluluklarını toplamak ve bunları belirli bir düzen içinde, belirli yerlere tekrar iskan etmekti. Bu faaliyet Göktürk Yazıtlarında “Doğuda Kadırgan ormanına kadar, batıda Demir Kapıya kadar kondurmuş”52 sözü ile ifade ediliyordu.

Ekonomik tedbirlerden biri de, komşu devletlerle ticarî anlaşmalar yaparak, halkın ihtiyacı olan malları bu devletlerden temin etmekti. Çünkü, Orta Asya’nın tabiat ve iklim şartları hayvancılığa olduğu kadar tarıma imkân vermiyordu. Bundan dolayı Türk toplulukları bazı ihtiyaçlarını komşu ülkelerden sağlamak zorundaydılar. Bu da ya komşu devletlerle ticarî anlaşmalar yapmak ya da yağmalı akınlar düzenlemek veya bazı devletleri vergiye bağlamak suretiyle sağlanabilmekteydi. Bilge Kağan her iki usulü de başarıyla uygulamıştır. O, Çin ile yaptığı ticarî anlaşma hususunda şöyle demektedir: “Bu yerde (Ötüken ormanı) oturup Çin milleti ile anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği, ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor”.53 Öte yandan Bilge Kağan, seferlerini ve akınlarını genellikle ekonomik gayelerine vasıta yapıyordu. Böylece o, toplumun ihtiyacını eksiğini savaş yoluyla sağlamaktaydı. Bilge Kağan bu durumu Göktürk Yazıtlarında şöyle açıklamaktadır: “Sarı altınını, beyaz gümüşünü, kenarlı ipeğini, ipekli kumaşını, binek atını, aygırını, kara samurunu, mavi sincabını Türküme, milletime kazanıverdim”.54

4. Devlet Meclisi

Türk Kağanları, devlete ait işlerde kararları tek başına almazlardı. Eski Türk devletlerinde siyasî, askerî, ekonomik, sosyal ve kültürel konulardaki meselelerin görüşüldüğü, tartışıldığı ve karara bağlandığı meclisler vardı. Bu meclislere “toy”, “kengeş”, “ternek”, ve “kurultay” (moğ.: khuriltai) gibi adlar verilmekteydi.55 Meclis üyelerine de “toygun” denmekteydi. Devlet meclisine kağan başkanlık ederdi. Kağan bulunmadığı zamanlarda meclis, “aygucı” veya “üge” unvanıyla anılan devlet danışmanlarının başkanlığında toplanırdı. Başta “hatun” ve “şad” olmak üzere “yabgu, tigin, il-teber, erkin, kül-çor, apa, tudun, tarkan” gibi askerî ve idarî yüksek görevliler, devlet meclisinin tabiî üyeleri idi. Bu duruma göre, devlet meclisindeki üyelerin bir kısmı hanedandan, bir kısmı da hanedan dışından seçilmekteydi.

Asya Hun Devleti’nde her yılın birinci, beşinci ve dokuzuncu aylarında toplantılar düzenlenirdi. Bunlardan birinci toplantı dinî nitelikteydi. İkinci toplantı, daha çok bayram veya festival türünden bir toplantı idi. Asıl büyük ve kapsamlı toplantı ise, dokuzuncu ayda Şansi bölgesindeki Tai-lim adı verilen bir sahada yapılmaktaydı. Tai-lim’deki bu büyük toplantıya başta “hatun” olmak üzere tiginler, yüksek dereceli memurlar, birlikleriyle ordu komutanları, tâbi boylar ve topluluklar katılmaktaydı. Toplantıya katılmak, devlete ve hükümdara bağlılık işareti sayılmakta, aksi durum ise itaatsizlik ve isyan anlamına gelmekteydi.56 Bu toplantıda ordu teftiş edilmekte, insan ve hayvan sayımı yapılmakta,57 memleket meseleleri üzerinde genel görüşmeler yapılmakta, devlet politikaları görüşülüp karara bağlanmakta, idareye geniş yetkiler verilmekte ve hükümdarın meşruiyeti tekrar onaylanmaktaydı.

Asya Hunlarının devlet başkanının isteği üzerine toplanan bir devlet meclisleri vardı. Büyük Hun Hükümdarı Mete, devlet meselelerini bu meclise getirmekte ve devlet adamlarının tartışmasına açmaktaydı. Mete, bu mecliste devlet adamlarının fikirlerini dinlemekle birlikte son kararın kendisinde olmasına daima dikkat etmekteydi. Öte yandan Avrupa Hunlarında da devamlı görev yapan bir meclis bulunmaktaydı. Bizans elçisi Priskos, Attila’yı ziyareti sırasında gördüğü bu meclisi “Seçkinler Meclisi” (logades) adı ile tanıtmıştır.58

5. Hatun (Türk Hükümdarının Eşi)

Eski Türk hükümdarlarının eşleri “yin-çü” (yen-shih=yin-çü=incü veya evci), “hatun” veya “uluğ hatun” (ta yen-shih) unvanını taşırlardı.59 Hatunlar da devlet yönetiminde söz sahibi idiler. Ayrı otağları ve “buyruk”ları (bakanları) vardı. Törenlerde hükümdarın yanında yer alırlar; devlet meclisine katılırlar; elçiler gönderirler; elçiler kabul ederlerdi.60

Hatun, gelecekteki hükümdarın annesiydi. Bundan dolayı onun Türk soyundan olmasına özellikle dikkat edilirdi. Türk hükümdarları, “hatun” olacak eşleri genellikle tanınmış Türk boylarının birinden alırlardı.

Türk kağanının “hatun”dan başka eşleri de vardı. Özellikle, Çinli bir prensesle evlenmek Türk kağanlarının âdeti idi. “konçuy” unvanı ile anılan bu prensesler, hiçbir zaman “hatun” derecesine yükselemezlerdi. Konçuy’dan olan çocuklar da taht üzerinde hak iddia edemezlerdi.

6. Tiginler (Türk Hükümdarının Oğulları)

Türk kağanının oğulları “tigin” (prens) unvanı ile anılırdı. Tiginlerin her birine devlet teşkilâtının en yüksek kademesinde görevler verilirdi. Meselâ, Hunlarda hükümdardan sonra gelen ve “dört köşe” adıyla anılan yüksek memuriyetlere tiginler tayin edilmekteydi. Tiginlerden biri, genellikle büyük oğul, hükümdarın sağlığında veliaht tayin edilirdi. Veliaht olarak belirlenen tigin, bazen “sol bilge tigin” (Tso Hsien Wang) (Hunlarda) bazen de “şad” (Göktürklerde) unvanı alırdı; idaresine devletin doğu bölgeleri bırakılırdı; emrine de bir birlik (tümen) verilirdi. Veliaht olan tigin, bazen önemli bir Türk topluluğunun başına getirilmekteydi. Meselâ Uygur Kağanı veliaht olarak belirlediği oğlu Bayan-çor’u (Moyun-çor), devletin ikinci temel unsuru olan Oğuzların üzerine idareci olarak tayin etmiştir.

Veliaht tayin edilen tiginin idaresine belirli bir bölge ile emrine askerî bir birlik verilmesinden maksat, onun ilerideki görevine -daha sorumluluk mevkiine gelmeden önce- hazırlanmasını, yani yetişmesini sağlamaktı. Burada “sol bilge tigin” veya “şad”, bir taraftan yaptığı pratik uygulamalarla idarede tecrübe kazanıyor, diğer taraftan katıldığı akın ve seferlerde komutanlık yeteneklerini geliştiriyordu. Meselâ, hükümdarlık mevkiine gelmeden önce “şad” unvanıyla Tarduş Türk topluluğunun üzerine idareci tayin edilen Bilge Kağan, bu makamda 19 yıl görev yaparak kendisini yetiştirmiştir. Aynı şekilde, Köl-tigin de, “şad” unvanı ile 16 yaşından itibaren Göktürk ordularının bütün savaşlarına katılarak, askerî tecrübesini artırmış; yeteneğini geliştirmiştir.

Veliaht tayin edilen tiginin tahta çıkması her zaman kesin değildi. Çünkü, Türk hâkimiyet anlayışı, tahta çıkma hakkını sadece veliaht olarak belirlenen tigine değil, her tigine eşit bir şekilde vermekteydi. Hal böyle olunca, Türk devletlerinde taç baş değiştirirken, mutlaka bir taht mücadelesi meydana gelmekteydi. Bu mücadeleyi kazanan tigin de tahtın yeni sahibi olmaktaydı. Eğer tiginler yenişemezlerse, yani biri diğerine üstün gelemezse devlet ve saltanat bölünmekteydi.

Öte yandan tiginler, çocuk yaşta, hasta veya malûl, yani iktidarın gerektirdiği sorumluluğu yerine getiremeyecek durumda iseler, töre gereğince tahta amcaları çıkmaktaydı. Meselâ, Köl-tigin ve Bilge kardeşler, babaları El-teriş Kağan öldüğü zaman çocuk yaşta (7 ve 8 yaşlarında) oldukları için, töre gereğince tahta “Kapgan” (Fatih) unvanıyla amcaları Bey-çor (M’o-ço) geçmiştir. Diğer taraftan hükümdarın “hatun” olmayan eşlerinden doğan oğulları ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar, taht üzerinde bir hak iddia edemezlerdi. Meselâ Göktürk Hükümdarı Mukan Kağa’nın Ta-lo-pien (Tarban) adında başka bir eşinden doğmuş son derece yetenekli bir oğlu vardı. Mukan Kağan, annesi “hatun” olmadığı için bu oğlunu veliaht olarak gösterememiştir. Yerine, töre gereğince kardeşi Taspar (T’o-po) geçmiştir. Taspar Kağan da ölmeden önce kardeşe vefa ve sadakatin bir nişânesi olarak, kendi oğlu yerine kardeşinin oğlu Ta-lo-pien’i veliaht göstermek istemişse de, bu tiginin veliahtlığı yine devlet büyükleri tarafından aynı gerekçe ile reddedilmiştir.61

Prof. Dr. Salim Koca

21 Orhun Âbideleri 1973: 87.
22 Ssu Ma-Ch’ien 1989: 406-408; De Groot 1921: 76.
23 Geniş bilgi için bkz. Turan 1969: I, 102-110.
24 Orhun Âbideleri 1973: 66, 71, 81-82, 88. Bu hususta Buğut Yazıtında şu benzer ifade kullanılmıştır: Türk Kağanı (Mukan) “parayı iyi üleştirmiş ve halkı (bodun) iyi beslemiştir”. (Çağatay ve Tezcan 1976: 251).
25 Orhun Âbideleri 1973: 69. “Tenri küç birtük üçün kangım kağan süsi böri teg ermiş, yağısı koyn teg ermiş”.
26 Eski Türk Yazıtları 1987: 104 vd.; Giraud 1999: 154; Liu Mau-tsai 1958: I, 459.
27 Orhun Âbideleri 1973: 43. 85.
28 Türkler, siyasî iktidarın hanedan üyeleri arasında birinden diğerine kan yoluyla intikal ettiği inanışında oldukları için, taht mücadelesini kaybeden hanedan mensuplarının kanını dökmemeye bilhassa dikkat ediyorlardı. Mücadeleyi kaybeden hanedan üyesinin mutlaka ortadan kaldırılması gerekiyorsa, bu ancak yay kirişiyle boğulmak suretiyle yapılmaktaydı. Aksi durumda, siyasî iktidar hanedan üyesinin kanı vasıtasıyla toprağa ve oradan da hanedanla hiç ilgisi olmayan kişilere intikal edebilmekteydi. Bu inanış, İslâmî devirde de devam etmiştir.
29 Türk tarihinin büyük bir kısmını dolduran ve Türk devletlerinin çökmesine yol açan taht kavgaları, genellikle tahta dirayetli ve yetenekli bir hanedan üyesi çıkıncaya kadar devam ediyordu.
30 Meselâ Hunların başında “Tu-ku”, Göktürklerin ve Hazarların başında “Aşina”, Uygurların başında “Yağlakar”, Kırgızların başında “A-jih”, Peçeneklerin başında “Kangar”, Macarların başında “Kabar”, Bulgarların başında da “Dula” boyuna mensup birer bey bulunuyordu.
31 Göktürk tuğ ve bayraklarında sembol olarak altından bir kurt başı bulunmaktaydı. Liu-Mau-tsai 1958: I, 9, 40. “Auf die Spitze ihrer Fahnenstangen setzten sie einen goldenen Wolfskopf”. Julien 1864: 6/3, 333, 350. “Au sommet de la hampe de leurs drapeaux, ils placent une tete delouve
3 en or”. Chavannes 1900: 49; Taşağıl 1995: 97, 110, 112. Türk bayraklarının rengi ise kırmızı idi. (Kaşgarlı Mahmûd 1941: III, 183).
33 Türklerde “ordu”ya dair geniş bilgi içi bkz. Esin 1968: 135-215.
34 Başkanlık seçimi yapılırken adayda yüksek vasıflar aranmaktaydı. Liu-Mau-tsai 1958: I, 6; Taşağıl 1995: 111.
35 Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 516; 1940: II, 74.
36 Bu anlayış, bugünkü Türk toplumunda başka bir şekilde devam etmektedir. Meselâ her Türk genci toplumdaki yerini ancak askerlik görevini yapmak suretiyle alabilmektedir. Zira, Türk toplumu askerlik görevini yapmamış olan gence adam olmuş gözüyle bakmamakta ve daha önemlisi ona sorumluluk vermemektedir. Bundan dolayı Türk gençleri askere gidişlerini davul zurna eşliğinde büyük bir coşkunluk içinde kutlamaktadırlar.
37 Göktürk yazıtlarında “alp” (kahraman) sıfatı ideal Türk hükümdarının başlıca özelliği olarak belirtilmiştir. Ayrıca bu sıfat, Uygur kağanlarının birçoğunun unvanı arasında yer almıştır. (Caferoğlu 1931: 110-114).
38 Göktürk ve Uygur kağanlarının birçoğunun unvanları arasında “bilge” sıfatı bulunuyordu. (Caferoğlu 1931: 105-119).
39 “Erdem”, “er” kelimesine “-tem/-dem” ekinin ilâvesiyle meydana gelmiş bir kavramdır. Meselâ, “birdem/birtem” (birlik), “kündem” (güneş gibi) ve “gündem” (günlük) gibi kelimeler de aynı ekle yapılmış kelimelerdir.
40 Eski Türk Yazıtları 1987: 104.
41 Kafesoğlu 1977: 239.
42 Orhun Âbideler 1973: 23, 70.
43 Orhun Âbideler 1973: 17. Türkler dünyayı dört köşe olarak düşünüyorlardı. Dört taraftaki milleti hâkimiyet altına almakla da, kendilerini cihân hâkimiyetine ulaşmış kabul ediyorlardı.
44 Töre, sosyal hayatı düzenleyen ve yazılı olmayan örf âdetlerdir.
45 Kafesoğlu 1970: 17.
46 Yusuf Has Hacib 1974: b. 819, 821,
47 Yusuf Has Hacib 1974: b. 68, 355, 800, 809, 2015, 5172, 5285, 5903/5907, 5944; Genç1981: 107.
49 Orhun Âbideler 1973: 19, 25, 39.
50 Orhun Âbideler 1973: 25.
51 Chang Jen-T’ang 1968: 176; Chavannes 1900: 174. “Mes tribus vivent dans l’abon-dance; cela me suffit” (Boylarım bolluk içinde yaşıyor; bu bana yeter).
52 Orhun Âbideler 1973: 25.
53 Orhun Âbideler 1973: 18, 47.
54 Orhun Âbideler 1973: 50.
55 Demokrasinin temel kurumlarından olan meclis, hemen hemen bütün Türk devletlerinde vardı. Türkler bu kurumu Batı toplumu gibi geliştirip, bir sisteme bağlayarak, parlâmentoya dönüştürememişlerdir. Dolayısıyla bu kurumu Batı’dan almak zorunda kalmışlardır.
56 Kafesoğlu 1980: 205; Mori 1978: 220.
57 De Groot 1921: 59. “Wenn im Herbst die Pferde fett sind, findet eine grosse Versammlung in Tai-lim statt, damit die Staerke der Bevölkerung und des Viehbestands festgestellt werde”. Mori 1978: 220.
58 Kafesoğlu 1977: 227; Altheim 1952: 138; Nemeth 1982: 85.
59 De Groot 1921: 50 vd., 201; Liu Mau-tsai 1958: I, 9; Taşağıl 1995: 96.
60 Kafesoğlu 1977: 231; Nemeth 1982: 86; Gökalp 1972: 165.
61 Liu Mau-tsai 1958: I, 43 vdd.; Chavannes 1900: 48. “Quand Mou-han kagan des Tou-kiue 

image002

 

İLGİLİ YAZILAR:

http://www.yenidenergenekon.com/847-eski-turklerde-devlet-gelenegi-ve-teskilati-1/

http://www.yenidenergenekon.com/849-eski-turklerde-devlet-gelenegi-ve-teskilati-3/

http://www.yenidenergenekon.com/850-eski-turklerde-devlet-gelenegi-ve-teskilati-4/

Paylaş:

Yorumlar

“848) Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilatı-2” yazisina 4 Yorum yapilmis

  1. 850) Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilatı-4 : Yeniden Ergenekon yorum tarihi 5 Mart, 2015 15:46

    […] 848) Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilatı-2 […]

  2. 847) Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilatı-1 : Yeniden Ergenekon yorum tarihi 5 Mart, 2015 16:00

    […] 848) Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilatı-2 […]

  3. SAMET ACAROĞLU yorum tarihi 5 Mart, 2015 16:06

    ESKİ TÜRKLERDE DEVLİT GELENEĞİ 2 GENÇ ÜYELERİMİZE İLETİLMİŞTİR,BUYÜK BİR HİZMET YAPILMAKTADIR.TARİHCİLER TARİH ÜZERİNDE ÇALIŞMALI,EDEBİYATÇILAR EDEBİYAT ÜZERİNDE TÜRK GENÇLİĞİNE OKULDA OLAMADĞI GENEL BİLGİĞİ BURADAN ALAMALARI SAĞLANMAKTADIR.SELAMLAR.

  4. TARİH : Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilatı | Derin Strateji yorum tarihi 6 Mart, 2015 01:17

Yorum yap