188) Atatürk Yok Edilebilir mi?

Yayin Tarihi 20 Eylül, 2016 
Kategori ATATÜRK

Atatürk Yok Edilebilir mi?

image001

——————————————————————————

Ak aktır, kara da karadır, vesselam…

Atatürk’ü “yok” hükmünde sayan o kadar aklı kıt insanlar var ki!
Bunların kimi siyasetin en anlı şanlı köşelerinde; kimisi bir kaç adım ötemizde; kimisi de hemen yanı başımızda…
Bu “kabil” kafadan kırıklar hep vardı…
Ancak hiç bu kadar cüretkar olmamışlardı. Bugün bir yerlerden güç alıyor olmalılar ki “ayan-beyan” çıkıp ortaya, hiç çekinmeden konuşuyor; hatta Atatürk’ten övgüyle söz edecek olsanız, hedefleri haline bile gelebiliyorsunuz…
Oysa Atatürk bizim gibi bir toplum için hava, su, gıda kadar gerekli…
O’nun anti emparyalist bir kişilik olarak, dünyanın en güçlü devletlerine karşı, geri kalmış bir toplumu kimi ilkeler çevresinde toplayarak, ne muhteşem bir savaş verdiğini bir yana koyalım; buna bile gerek kalmadan, ne büyük kişiliği olduğunu anlamanın en kolay yolu, onun bir “akıl devrimcisi” oluşudur…
Pek çok kişinin, böyle bir kavramı duymadığını adım gibi biliyorum:
Evet, Atatürk bir akıl devrimcisidir…
Diyeceksiniz ki; “Nasıl?”
Bunun yanıtını vermeden önce bir noktaya daha değinelim.
Hem de hiç çekinmeden:
Atatürk’ü yadsımak, onu önemsememek ya aşırı cehaletten ileri gelir; ya da akıl kıtlığından…
Yineliyorum; evet, evet:
Atatürk’ü yadsımak; ya cehaletin ya da akıl kıtlığının bir sonucudur…
Daha da açayım:
İnsan su olmadan yaşayabilir mi?
Ya da hava, gıda almadan?
Hayır…
Bir insanın, “Ben yaşamak istiyorum, ama gıda almayacağım” demesi ne kadar absürt, uçuk, akıl dışı ve kafadan kırıklığın belirtisiyse; tarihsel olayları yeterince tartmadan, değerlendirmeden Atatürk’ü yadsıması ve onu yok hükmünde sayıp, bir de hedefine koyması kafadan kırıklığın, akıl hastalığının, çağın dışına itilmiş olmanın açık bir belirtisidir…
Niçin?
Çünkü Atatürk, Türkiye’nin akıl devrimini gerçekleştiren, büyük bir devrimcidir.
Nasıl olmuştur bu?
Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında tarihsel geri kalmışlığını, akıl dışına çıkan uygulamalarını; batı dünyası Rönesans, Reform ve Aydınlanma evrelerini yaşamışken, onun hala bir Ortaçağ tarım imparatorluğu düzeyinde kaldığını; daha da öte, ardı ardına aldığı ağır yenilgiler sonrasında, kendine güvenini bütünüyle yitirdiğini; hele 20. Yüzyılın başında, açıkça Anglo-Sakson ırkının üstünlüğünü kabul edip; Osmanlılar’ın bu gelişmeyi gösteremediğini ve kimi kafalarda da ırkça geri bulunulduğu; bu geri kalmışlıktan sıyrılmak için, eğer olabiliyorsa Anglo Sakson ırkından ithal edilmesi gerektiğini savunacak kadar cinnet noktasına gittiğini getirin gözlerinizin önüne…
Kendine güven yok; gelişmişlik düzeyi olarak asırlar öncesini yaşıyorsunuz, geri kalmışlığı içselleştirmiş ve kalkınmak, gelişmek, ilerlemek gibi ilkelerin, Osmanlılar için olamayacağını düşünen bir kafa haline gelmişsiniz ve dünyaya bu gözle bakıyorsunuz…
Çünkü, aklınıza güvenmiyorsunuz; onu işletmemişsiniz, önünü açmamışsınız… Bütünüyle her türlü yazgınızı kimi hacıların, hocaların, üfürükçülerin, her türlü batıl düşünce ve inanışın ellerine bırakmışsınız… Olayları denetim gücünün elinizde olacağına inanmıyorsunuz; her şeyi Allah’a ve Kader’e havale etmişsiniz…
Böyle bir toplumun kuşkusuz yaşama şansı olamazdı…
Ve bu akıl tutulması çok öncelerde başlamıştı; ta 13. Yüzyıl’da…
Bilim dışlanmış, felsefe küçümsenmiş; ul’ül emre itaat en yüce değer haline gelmişti. Sorgulamayan, sormayan, araştırmayan, aklını kullanamayan bir toplum isteniyordu; ve bu sağlanmıştı da…
Geri kalmış olmak bir kader değil, doğal bir matematiksel hesaptı…
“Aklınızı kullanmazsanız, geri kalırsınız”… 
Bütün sorun, buradaydı. 
Atatürk, Türk Ulusu’na hem bir özgüven verdi; hem de “Yaşamda en yol gösterici bilimdir, fendir… Bilimin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir” diyor; hiç bir “katı nas” bırakmadığından söz ederek, iki şey emanet ettiğini belirtiyordu:
Akıl ve bilim…
Böylece Atatürk, bilimsel yaşamın, aklın ve pozitivizmin kapılarını sonuna kadar Türk Ulusu’na açtı…
Bugün teknik bilimlerde, felsefede ve akli uygulamalarda her ne kadar gelişebilmişsek; bu kapıdan ne kadar geçmişsek, işte bunun sonucudur bu…
Bu düşün ve akıl devrimi, onun büyük devrimsel hareketinin en önemli boyutuydu…
Akıl tutulması aşılmış; işleyen, sorgulayan, doğruyu araştıran bir akıl anlayışına geçilmiş; böylece Türkiye’de yaşanamamış Rönesans ve Devrim, yeniden yaşanmaya başlamıştı.
Bugün geldiğimiz noktada, akıl tutulmaları yaşıyoruz, ne yazık ki…
İnanın, bunun tek nedeni, Atatürk’ü ve onun temel düşün devrimini unutma belirtileri gösteriyor olmamızdan ve onu yadsıyan akıl hastalarının akıl dışı uygulamalarından oluyor bu.
Örnek mi?
Okumuşsunuzdur: “Ey kadınlar, kapanın… Zorunlu olmadıkça evlerinizden çıkmayın… Alışverişe tek başınıza gitmeyin… Terlik giymeyin!” risalelerini…
Bu noktaya nasıl gelebilir bir insan?
Hem de bu iletişim dünyasında?
Akıl zoru olmayanlar, bu tür uç noktalara kadar savrulabilirler mi?
Savruluyorsa, bunun nedeni o beyinlerde akıl rüzgarının esmiyor oluşundandır…
Bütün bunlara bakarak diyebiliriz ki; Atatürk tarihsel misyonunu hala oynamaya devam ediyor. O büyük adam, asırlar geçse de hep anımsanacak ve bulunduğu bölgede karanlıklar içinde çırpınan halklar, her bunaldıklarında onu yeniden anımsayacaklar ve başardıklarını örnek alacaklardır.
Atatürk gelecekte de insanlığın ve Ortadoğu halklarının ortak belleğinde hep bir umut olmayı sürdürecektir.
O nedenle Atatürk yadsınamaz ve yok edilemez…
Ak aktır, kara da karadır, vesselam…

Prof. Dr. Kemal ARI  

Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılapları Enstitüsü

image002

 

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap