128) OKTAY SİNANOĞLUN’DAN BİR YORUM !

Yayin Tarihi 23 Şubat, 2008 
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ

Altmış yılda bu hâlimize

nasıl geldik?

 Oktay Sinanoğlu

1946’da Missouri zırhlısının İstanbul’a gelişi, Ankara’nın da Amerikan askerleriyle dolup taşması, Ankara’nın göbeğinde, Balgat’ta Amerikan üssü kurulması sıralarında çoğu her hâlde hâlâ gizli olan ikili anlaşmalarla Türkiye’nin her şeyi, millî eğitimi dâhil o ülkeye teslim edildi. Bunların İ. İnönü zamanında olduğunu her hâlde bilmeyen kalmamıştır. Tam II. Cihan Harbi sonunda Yalta’da Rosvelt, Stalin, ve Çörçil aralarında anlaşıp dünyayı paylaşmışlardı. Doğu Avrupa’yı Sovyetlere, Türkiye’yi, anlaşılan, Amerika’ya verdiler. Ama o yıllarda yurdumuzda hâlâ birlik beraberlik, Atatürk ruhu, ve kuvvetli bir bağımsızlık duygusu vardı. Dolayısıyla, Amerika resmen işgalci olarak girse halkta büyük tepkiye yol açabilirdi. Anlaşılan o kaygıyla bir danışıklı tezgâh ayarlandı. Rusya birden Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istedi. O zaman Ankara’da ilkokulda idim. Hiç unutmam, hâlâ gün gibi gözümün önünde. Büyük boy, renkli bir ince kitap bize de dağıtılmıştı, Kars ve Ardahan’ın Türkiye’nin ayrılmaz bir parçası olduğunu anlatan. İşte Rusya’nın o çıkışını kullanarak Amerika da ‘sizi koruyacağım’ diye Türkiye’ye girdi.

ULUSAL ÇIKARLARI SAVUNMAYI NASIL ZORLAŞTIRDILAR

Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de de o zaman bir “komünist öcüsü” yaratıldı. 1950’lerde ise gerçek Türk milliyetçileri bertaraf edilip, yerine “milliyetçi = anti-komünist” ten ibâret Amerikan târifine uyanlar kondu. “Anti-komünist”ler ise hızla “Amerikancı”ya dönüştürüldüler ve başta en büyük istilâ olan “Tarzanca” ile yabancı dille eğitim için canla başla çalıştılar. [ Elbette, mutlaka sessiz kalmış gerçek millîciler de vardı; ama önemli mevkilere getirilenler arasında onlar görülemezdi.]Özellikle 1960’tan itibâren solculuk da adım adım “solcu = anti-faşist” demeye getirildi; o tür “solcuların gözünde millîci ise “faşist” demekti. Bu suretle küresel kraliyetin o zamanki öncüsünün toplum ve kültür mühendisleri, Türkiye’de ulusal çıkarları, Türk kültürünü, dilini savunmayı sağlı sollu bu taktiklerle çok zorlaştırdılar. [Biliyorum, çünkü 1962’den itibâren o şartlarda Türkiye için mücadele ettim.]

İlkokuldayım; Ankara’nın her tarafında yabancı askerler dolaşıyor, halk da bir “Hershey” çukulatası veya Amerikan sigarası verirler ümidiyle peşlerinde. Atatürk bulvarından geçen polis araçları ve polislerin giysileri değişti. Resmî yeni giysinin göğsünde, kovboy  fİlimlerin den âşinâ olduğum kocaman bir “Sherif” yıldızı. Daha küçük bir çocuktum ama, “Allah Allah, Kurtuluş Savaşını niye yaptık? Burası sömürge olacak” dedim. Kimseden duymamıştım, zâten babam erken vefat ettiği için, yatılı (ve meccânî) okuyordum.

 Derken, Uçar Sokak’ta (Ankara’da şimdiki İzmir Caddesi’nin Selânik Caddesi’ne inen yokuş ucu), “Biteks”ler türedi; Amerikan askerlerinin kendi “PX” ordu pazarlarından çok ucuza alıp “yerlilere” sattıkları mallar, bir de kendi kullanılmış giysilerinin, kullanılmış iç çamaşırları dâhil, bulunduğu garip bit pazarları. Kısa süre sonra düşündüm ki, resmen Amerikan ordusunda bu kaçakçılık yasak olduğu hâlde, göz yumulması (hattâ belki de teşvik edilmesi), o zamana dek halkın görmemiş olduğu Amerikan mallarına bir iştah uyandırıp yeni bir pazar oluşturmak için olabilirdi. Her sömürgecinin yaptığı işler arasında mallarına yeni ve bilinçsiz bir pazar daha yaratmak, sonra gümrükleri kaldırtıp sömürgeleştirilen ülkenin kendi üretimini, sanayini, sonra da tarımını baltalamak, sonunda yok etmek değil miydi? Yıllar sonra, 1980 ihtilâli ve Özal’dan sonra adamakıllı artarak bunların hepsi olmadı mı? Fazlasıyla oldu tabii.

Kurtuluş Savaşı’ndan az öncesi Amerikan mandasına girmek hevesi sâbık olan İsmet İnönü’nün 1946-47’de Türkiye’nin Amerika’ya teslimiyeti mâzur görülebilecek gibi değil. “Araba devrildikten sonra yol gösteren çok olur” deyişine rağmen ve iş işten geçmesine pek az kaldığı hâlde, şimdi gelin, şöyle bir düşünelim: Bazıları diyecek ki, “Ne yapsın? Rusya tehdit ediyordu.” Atatürk bu teslimiyetçiliği kabul edip aynısını yapar mıydı hiç? Eğer ‘yapardı’ gibi bir kuşkunuz varsa, “Benim kişiliğim (karakterim) bağımsızlıktır” diyen Atatürk’ü tanıyamamışınız demektir.
Peki ne yapılabilirdi?

DENGE SİYASETİ KURULABİLİRDİ

 Şurası muhakkak ki, ne ABD, Rusya’nın Türkiye’yi işgal etmesini ister, ne buna tahammül edebilir, ne de Rusya Türkiye’nin Amerika’ya ait olmasını kabul edebilirdi. Nitekim 1950’lerde ABD’nin Türkiye’de Rus sınırına yakın, atom bombaları yerleştirmesi, Türkiye’den kalkan yüksek irtifâlı casus uçakları, Sovyetleri son derece rahatsız etmiştir. Mandacı zihniyet ve Selânik’te kurulup Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlamış olan ucu dışarıda gizli cemiyetlerin bazı nüfus sahibi üyelerinin vatansızlığı mârifet saymaları olmasa, bir de Amerika’nın hiç olmazsa yüz yıllık tarihini bilen, o ülkenin kafa yapısına âşinâ yetkililer veya onları aydınlatacak evren kent hocaları olsaydı, Amerika ile Rusya arasında bir denge siyaseti kurma seçeneğine yönelinirdi. Türk Osmanlı sultanları devletin kurulmasından itibâren çeşitli güçler veya milletler arasında denge siyaseti gütmüşlerdir… En çarpıcı misâl de, 1890 ile 1905 arası dünyanın en belâlı, Batılı güçlerin altı kıtada sömürgeler kapmak için her yere azgınca saldırdıkları dönemde bile II. Abdülhamit Han’ın çok başarılı bir denge siyaseti ile 33 yıl bir karış toprak kaybetmemesi idi. Atatürk de 1921-1938 süresinde gene çok başarılı bir denge siyaseti yürüttü. [Bu ara İ.İnönü’nün şu hakkını verelim: İki tarafı da kızdırmadan Türkiye’yi II.Cihan Harbi’ne girmekten kurtardı. Ama harbin sonunda?…(on iki adanın Yunanistan’a verilmesine rızâ göstermesinden başlayarak..)]

Bir de gözümüzün önüne getirelim: Farz edin ki, Amerika ile müzakere heyetindesiniz. Aklınıza ilk gelmesi lâzım olan şey, Türkiye her önüne konan şartı kabul etmese de, Amerika, Rusya’nın işgalini önlemek isteyecek, bunun için Türkiye’ye tâvizler verecektir. Müzakereci böyle düşünmemişse olsa olsa baştan teslimiyetçi ve Amerikan mandasına girmek heveslisi olduğu içindir. Sonuç ve gık demeden her şeyin olduğu gibi kabul edilmesi bunu gösteriyor. 1950’lerde Menderes/ Demokrat Fırka (parti) zamanında ve sonrası, çeşitli hükümetler (kimi “sağcı”, kimi “solcu”, kimi dindar kesime hitap eden, ya da hepsinden oluşan ortaklık hükümetleri) dönemlerinde bu güne dek bu tavır, bu teslimiyetçilik devam etti. Diyebilirsiniz ki, 1980’lerde ve sonrası bir fark var: Bu sefer  yalnız ABD/IMF’nin her istediğini değil, Avrupa Birliği’ne, AB’ye yamanmak, her gelenin ne olursa olsun “İllâ da AB’ye gireceğiz”, tek taraflı AB ile gümrük birliğine “Ya gireceğiz, ya gireceğiz!” diyerek, Türkiye’nin sonunu getirecek en ağır şartları kabul etmek âdet  hâline geldi.

“AB İSTİYOR” KILIFI

Aklınıza şu soru gelebilir: Acaba ABD ile AB arasında bir denge siyaseti mi yürütmek düşünülüyordu? Hayır. Çünkü bu soru ABD ile AB’yi birbirine rakip, karşıt zan etmenin sonucu bir sorudur. Halbuki, bu ikisi, en azından Türkiye’yi yok etmek konusunda, birlikte hareket ettirilmektedir. Kullanılan taktik ise, son 50 yılda dünyanın çeşitli yerlerinde uygulanmış olan, ister Rusya, ister ABD, bir güç, Afrika’da, Asya’da, Türkiye’de bazı karanlık işler yaparken, başka daha ufak bir devletin paravana (örtü) olarak kullanılmasıdır. Kendi içinde olmayan, hiçbir mantığa sığmayan bazı koşul ve isteklerini AB’nin Türkiye’ye dayatması ancak böyle îzah edilebilir. Şu anda AB’nin bir gücü yok; kendisi zor durumda; bağımsız olduğu da tartışılabilir. Demek ki arkasındaki gerçek güç, yapmak istediği bazı muzır işleri, ‘AB istiyor’ kılıfıyla yaptırtıyor. Oktay Sinanoğlu

 

30 Eylül 2007

 

Paylaş:

Yorumlar

“128) OKTAY SİNANOĞLUN’DAN BİR YORUM !” yazisina 5 Yorum yapilmis

  1. Serap Akan yorum tarihi 24 Şubat, 2008 15:25

    Turkiye gene basiretsiz siyasilerin eline terkedildi ki bu da sonumuzun bir baslangicidir…..
    Ulkemiz yavas yavas anayasasindan iste bu yuzden uzaklastiriliyor.
    Anayasal kurum ve kuruluslar siyasilerin el-ayagini optugu muddetce de carpik yasantilar bitmeyecektir.
    Goz gore ulkenin anayasasi ve sisteminin bitirilmesi nin gerekcesi cok acik dogrusu! SIYASILERE BEL BAGLAMAK VE EL-AYAK OPMEK……..

  2. hilmi bilir yorum tarihi 26 Şubat, 2008 15:42

    1947 de Marshall yardımları ne için verildi zannerdiyoruz ki.. Marshall yardımının 1. md nin ne olduğunu ilk 3 maddesinin ne olduğunu kaçımız biliyoruz ki.. 1. md Ağır sanayi hamlesini bitireceksiniz 2. md otoyolların yağımına hız vereceksiniz ve demiryollarına yatırım yapmıyacaksınız.. şimdi sorarım size 1936-37 de Mısır a Ürdün e 38 tane uçak satan ülkemizin ağır sanayi hamlesi ne için bitirilmiş olabilir acaba..? Cevap çok basit ama bir türlü cevabın o olduğuna inanamıyoruz göremiyoruz.. S.HİLMİ BİLİR

  3. Muharrem Öçalan yorum tarihi 20 Nisan, 2015 15:29

    Son zamanların en önemli mütefekkirlerinden biriydi. Rabbim rahmetiyle muamele etsin. Türklük âleminin başı sağolsun. “Bir âlimin ölümü, bir âlemin ölümüdür, güller tomurcuğa dururken, güllerin hazanı hemdem.”demiştim, bu vesileyle tekrar ifade etmiş olayım. Sinanoğlu gibilerini çok arayacağız.

  4. Oktay Sinanoğlu yorum tarihi 21 Kasım, 2016 10:02

    Türkiye’de İşgal faaliyetleri
    Türkiye ’YUMUŞAK IŞGAL’ altında

    Bir ülke iki yöntemle ele geçirilir:

    Biri ’yumuşak güç’, diğeri ’kaba kuvvet’ yöntemi. Yakın zamanda gördüğümüz harpler, işgaller kaba kuvvet yönteminin örnekleridir. Türkiye’de ise UZUN YILLARDIR yumuşak güç yöntemi UYGULANIYOR.
    Bu yöntemde, işgal edilecek ülkeye dost gibi yaklaşılır. Hatta yardım edileceği intibaı uyandırılır.
    Bunun için, o ülkede işgalci ülke işbirlikçi KADROLARINI kurar.
    O ülkenin kaynaklarını ve kişilerini ele geçirerek hiç fark ettirmeden, ufak ufak adımlarla 50 senede işi bitirebilir.
    Bu usulün dünyada EN başarılı uygulanmış ve UYGULANMAKTA olduğu ülke hangisidir dersiniz? TÜRKIYE mi ACABA?
    Yumuşak güçle ele geçirme yöntemi, diğerinden DAHA ETKILIDIR .
    Çünkü kaba kuvvetle işgal yolunu seçen ülkenin başı derde giriyor, askerleri ölüyor, büyük çapta mali kaynakları heba ediliyor.
    Ama yumuşak güç işgalcisinin ölen askeri, mali yıkımı olmaz. İşgal edilmekte olanın öz kaynakları, gittikçe gönüllü hale gelen, vatanseverlik yerine vatansatarlığı şiar edinen öz evlatları kullanılmaktadır.

    BATI ÜLKELERI, eski sömürgecilikte kaba kuvvet yöntemini, ama sonraki dönemde yumuşak güç yöntemini, bağımsızlığına kavuştuğunu sanan pek çok eski sömürgelerinde uyguladı. Bu uygulamalar her kıtada, değişik ölçülerde HALEN DEVAM EDIYOR ama bilinçlenen, ince oyunları anlayıp karşı duranlar da çok.

    Canlılar ve Toplumlar
    Hayat ve tıp bilimlerinde incelenen canlıların yapısı ve işleyiş tarzları ile toplumun yapısı ve işleyişi birbirine benzer. Canlının yapısını hücreler, toplumun yapısını kişiler oluşturur. Vücuttaki milyonlarca hücrenin ahengi ile canlı sağlıklı yaşar; her türlü hastalığa karşı korunma işlergeleri (mekanizmaları) de düzgün çalışır. Toplumda da böyledir. Kişiler arasındaki ahenkle; devlet, ülke, toplum kendisini her türlü düşmana karşı savunabilir. ’Savunma’dan ise sadece askeri güç anlaşılmamalıdır. Devletin varlığına güç veren, o toplumun binlerce yıldır sahip olduğu kültür ve gelenektir. Kültür olmadığı zaman ne olur? Mesela bir canlıda hücrelerin ahengi bozulduğu zaman, hücreler tek başına hareket ettikleri zaman kanser oluşur. Toplum da aynen öyle. Toplumdaki kültürle birlikte devlet bir işe yarar. Kültür yoksa, görünüşte bir devletin var olması yeterli değildir. Devlet de bozulur o zaman. Olursa da başkasının devleti olur zaten. Sen ’devlet var’ sanırsın. Ama o senin devletin değildir. Öyle bir ’devlet’ (daha doğrusu öyle hükümetlere oturtulmuş kişiler), devleti, ülkeyi, ulusu yıkıma götürecek sinsi ve mel’un faaliyetlere engel olma görevini ifa etmek şöyle dursun, onlara (çoğu kez üstü kapalı) destek olur.
    Hastalıklı bitkiyi haşereler basar
    Mesela canlı organizmanın, vücudun bağışıklık dizgesi (sistemi) vardır. Vücuda zararlı bir madde, bir virüs, bir mikrop girdiği zaman bağışıklık dizgesinin özel hücreleri onun etrafını sarar, onu etkisiz hale getirirler. Sağlıklı bir vücutta durum böyledir. En kötü hastalıklar, en çözümsüz hastalıklar ise vücuttaki bağışıklık dizgesinin bozulmasıyla meydana gelir. O zaman tedavi de çok zordur. Toplumun bağışıklık dizgesini oluşturan inançlar, mill” eğitim, gelenekler, aile yapısı, vatan sevgisi, dil, tarih bilinci gibi unsurları toplumun ’kültürü’ başlığı altında toplayabiliriz. Bu unsurlar kalmazsa halk millet olmaktan çıkar. Kuru kalabalığa dönüşür. Kendi kendini imha edecek, her ferdin gündelik şahsi çıkarlar uğruna bir tarafa çekeceği bir kalabalık olur. Doğada nasıl hastalıklı bir bitkiye tüm haşarat hücum ediyor, bitkinin işini bitiriyorlarsa, hastalıklı, hele bağışıklık dizgesini yitirmiş uluslar da dış düşmanlar tarafından (ve dahili işbirlikçilerinin katkılarıyla) yok edilirler.

    Doğada virüs
    Mikrobik hastalıkların tedavisi nispeten kolaydır. Ama en kötüsü virüsler. Çünkü virüs vücudun kendi mekanizmasını kullanır. Virüsün de bir DNA’sı (veya RNA’sı), oradaki bir şifresi vardır. Ama o şifreyi kullanarak yeni virüsler üretmesi için gereken öz işlergesi mevcut değildir. Her hücrenin ’işlerge’ dediğimiz bir teşkilatı var. O teşkilat normal olarak hücrenin çekirdeğindeki, DNA şifresine göre çalışır. Kumanda ondadır. Virüs bir hücreye girdiği zaman o hücrenin bütün kaynaklarını, bütün mekanizmasını yeni virüsler üretmek için kullanır. Ve hücrenin içinde bir sürü virüs meydana gelir. Sonunda hücrenin zarı patlar, hücre ölür. Dağılan virüsler başka hücrelere sirayet ederler.

    Misyoner virüsler
    Toplumlarda da canlı yaratıklardakine benzer olaylar var. Nasıl ki bir fert, fiziki bir silahla katledilebiliyorsa, toplum da pek çok asker” silah kullanılarak harplerle imha edilebilir. Ama ’yumuşak güç ile toplum (daha doğrusu ’teşkilatlı toplum’ diyebileceğimiz ulus) manen hastalandırılarak daha uzun bir sürede, ama gürültüsüz patırtısız yok edilebilir. Bir ulusu hastalandırmak için ’yumuşak güç’ kullanan (çoğu kez göze batmaz) düşmanın virüsvari silahları var. Nedir bu virüsvari silahlar? Çeşitli. Bunlar arasında devlet teşkilatına sızdırılan yabancı danışmanları, o ülkenin en ücra köşelerine kadar halka musallat olan misyonerleri sayabiliriz. Bunlar girer o toplumda kendilerine benzeyen yeni virüsler üretirler. O ülkede ilk kandırılanlar en etkili yerli misyonerleri oluştururlar. Çünkü bir yabancı misyoner gelse şüphelenirsin, tedbirli durursun. Ama kendinden olan biri gelirse daha kolay etki altına alınırsın. Misyonerlerin ilk gayesi öylelerini çoğaltmaktır. Misyoner teşkilatları çoğu zaman kendi kendine de gelmez; sömürgeci ülkenin gizli teşkilatıyla birlikte hareket ederler;.hatta onun kolu olabilirler.

    Danışman virüsler
    Ya yabancı danışmanlar? Bunlar başlangıçta bir ülkeye, ’yardım ediyoruz’ bahanesiyle, devletin çeşitli kurumlarına sokulur. Bu ’danışmanlar’ o devlet mekanizmasının her tarafına hulul ederler. O bakanlık, bu bakanlık, bu daire… Sonradan, o devlet, hatta o millet, ’yabancı danışman’ fikrine alışmaktan öte, her şeyi onlardan bekler olur. Zaten bir yandan da, o ulusun kendine güveni aşındırılmakta (örn. basın-yayın ve sahte eğitim düzeni yolları ile), nihayet yabancı sömürgeci karşısında ’aşağılık duygusu’na kaptırılmaktadır. Artık her kurum, her daire, üstüne bol bol para vererek patron ülkeden danışmanlar dilenmektedir. Ülkenin yetenekli, mesleğinde yabancıdan da üstün öz evlatları kendi ülkeleri için çalıştırılmaz, en bahtı açık olanı, dengi yabancının onda biri maaşla tahkir edilir, yetki mercilerinden uzak tutulur olmuştur (hele vatansever ise). Öz milleti için çalışması gereken düzen, artık, başlangıçta ülkeye virüsvari girmiş olan sömürgecinin hedefleri doğrultusunda çalışmaktadır. Bir süre sonra, zaten içeride çoğaltılmış olan yerli ’virüsler’ işi çok daha etkili ve daha yaygın bir şekilde yaparlar. Hastalık gitgide müzminleşir, ülkenin ve ulusun tarihten silinmesine ramak kalır.
    Topsuz tüfeksiz kurtuluş savaşı
    Yumuşak gücün saldırılarına, sonunda işgaline uğrayan ülkelerin yapacağı, aynı cinsten silahlarla mukabele etmek, savunma tedbirleri almak, ’yumuşak kurtuluş savaşı’ vermektir.

    EN TEMEL MÜCADELE YABANCILAŞMIŞ EĞITIMLERI YENIDEN milli” eğitimlere dönüştürmekle olacaktır
    Özel okullara dünya kadar para veren veliler çocuklarını yanlarına alarak okul idarelerine (ellerinde çiçeklerle) toplu halde çıksınlar ve desinler ki:
    ’EY idare: Çocuklarımız hiçbir şey öğrenemiyor. Muhakeme edemez, sorgulayamaz, düşünemez oluyor, Tarzanlaşıyor, maalesef BAZILARI, manevi, milli değerleri kalmadığı için esrarkeş bile oluyor. KENDI dilini, tarihini, atasını, tasavvufunu-inancını bilmediği gibi, ezberden öte matematik (riyaziye) ve bilimden de anlayamıyor. Bu vahim durumun en önemli bir etkeni yabancı dille eğitim safsatası. Lütfen onu kaldırın; Atatürk’ünki dahil tarih boyu Türk devletlerinde ve bugün de tüm aklı başında ülkelerde olduğu gibi, yabancı dille eğitim ve de hazırlık sınıfı denen, zaman ve kaynak israfı saçmalığını kaldırın; onun yerine dünyanın değişen durumuna göre önemi değişen yabancı dilleri gerekene, gerektiği miktar ve biçimde, ayrıca yabancı dil derslerinde öğretin (doğru usulü bu).
    EĞITIM DÜZELMEZSE, zaten çocuklarımızı kendi elimizle perişan edecek, öyle yabancı veya yabancılaşmış okullara bir de bir yığın para verecek kadar ahmak değiliz.’ Tek bir okulda, bahsettiğim gibi bir hareketin başladığını duyan herkes sokaklara çıksın, bayram etsin, çünkü o gün Türkiye’nin kurtuluşu başlamış demektir. Bu olsun, sonrası gelir.
    Çünkü ’yumuşak kurtuluş savaşı’ böyle olacaktır; TOPLA TÜFEKLE DEĞIL
    http://torpil.org/bilimkultur/hvzvn/turkiye-yumusak-isgal-altinda.html

  5. Arslan Bulut yorum tarihi 30 Nisan, 2017 22:09

Yorum yap